11 Mayıs 2012 Cuma

Taş Yok mu Taş


Filmin Yönetmeniyle yapılan bir söyleyişi şöyle; Beynelmilel filminin Adıyaman'lı yazarı vem yönetmeni Sırrı Süreyya Önder de NTV'nin "Yönetmenler Türkiye'yi anlatıyor" adlı projesinde yıllardır süregelen Nemrut dağı Adıyaman'ın mı yoksa Malatya'nın mı konusunu işleyerek Nemrut dağının zirvesinde rüzgarlı ve soğuk bir hava olmasına rağmen bir kısa film çekti.


Türkiye genelinde yaklaşık 10 kadar senaryo yazarının "Demokrasi, Tahammül ve Ötekileştirmeme" başlıkları altında NTV için hazırlayacakları kısa filmlerle Türkiye'nin anlatılacağını söyleyen Beynelmilel filminin yazarı ve yönetmeni Sırrı Süreyya Önder:" NTV'nin Yönetmenler Türkiye'yi anlatıyor adlı projesinde "Demokrasi, Tahammül ve Ötekileştirmeme" başlığı altında bir kısa film yapmamız istendi. Bunda benim en çok ilgimi çeken tahammül meselesi oldu" dedi.


Ülkenin bugün yaşadığı birçok şeyinde temelinde bu var tahammül ve tahammülsüzlük gibi travmaların olduğunu belirten Önder:" Onun için bende Nemrut'u seçtim çünkü bu konu için çok iyi bir örnek. Yeryüzünde barış imparatorluğu olarak anılan bir uygarlık. Commagene kralı 200 yıl buralarda hüküm sürmüş, Perslerle Helenlerin sınırı, Doğu ve Batı sentezi ama hepsinden önemlisi barış içersinde yaşama kültürüne sahip olması. Hem Devlet hem yönetim hem de günlük hayatta son derece içselleştirmişler.


Öyle ki doğu ve batı terasında heykeller var bir teras da heykelin adı Apollo diğer teras da Mitra gibi. Bizim üzerinde oturduğumuz tarihi ve kültürel mirasa yaklaşım biçimimizdeki ironiyi kullanarak böyle bir tahammül filmi çekmek için buraya geldik. Çok rüzgarlı ve soğuk bir havada bu filmi çektik ama sanırım iyi bir şey ortaya çıkacağını" söyledi. Nemrut'ta çektiğimiz filmin konusuna değinen Önder:" Türkiye'de bir çok ilde ve kasabada yaşanan tahammülsüzlük örneğidir aslında. Çok sık rastladığımız bir ey. Filanca nesne, şu vilayete mi ait bu vilayete mi ait gibi.


Bir Vilayet aslı astarı olmayan içi boş vilayetler arası çekişme ya da bir kasabanın bir başka yeri sevmemesi. Nemrut'ta da böyle bir güncel tartışma vardı. Nemrut Adıyaman'a mı ait olmalı yoksa Malatya'ya mı. Bana çok abesle iştigal gibi gelmiştir hep. Sonuçta Nemrut insanlığın ortak mirasıdır. Bu çarpıklığı bu kültürel mirasa ve içeriğine sahip çıkmak yerine olaya çok dravmatist bir yaklaşım, çok oportünistçe yaklaşma biçimleriydi. Ben de bu meseleyi biraz kurcalamak istedim" şeklinde konuştu. Beynelmilel filmini izleme fırsatım olmamıştı ama bu videodan sonra çok merak ettim ilk fırsatta izleyeceğim.

23 Aralık 2011

Paraf

4 yorum:

  1. Öyle garip kavramlarla yetiştirilmişiz ki, bizden birazcık değişik bir kişi ya da toplumla karşılaşınca, onların bize yabancılığı nedeniyle güvensizlik duyuyoruz ya da nefret ediyoruz. Oysa her bir uygarlığın anıtları ve kültürü, insan olmanın değişik biçimde anlatımından başka bir şey değildir.

    Carl Sagan

    YanıtlaSil
  2. Yılbaşına Kırmızı Donla Girmek...

    Bir yıl bitecek, öteki başlayacaktı.
    Ankara’ya kar yağıyordu. Böylesini ancak Cenap Şahabettin tasvir etmişti.

    “Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,
    Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar
    Geçen eyyam-ı nevbaharı arar...”
    12 Eylül’ün cevahir ömürleri biçtiği ve tozu dumana, hayatı kana kokteyl ettiği karlı bir kış günü, Hıdırlıktepe sırtlarındaki gecekondumun yolunu tutmuştum.

    12 Eylül tarafından harıl gürül arandığım için düğününe gidemediğim yeni evli bacım, gizlice beni görmeye gelmişti. O zamana kadar, ben 18, bacım 17 yılbaşı görmüştük.
    Bacım ertesi gün tekrar memlekete dönecekti.
    Yoksul bir öğrenci evinde, bir kadın eli nelere kadirse her bir şey yapılmıştı.
    Bacım sordu, “Hazır gelmişken yapılacak başka bir şey var mı?” diye.

    Ben, dona lastik geçiremediğimden yakınınca, tamamen yoksul icadı olan ‘bir şeyi, mutlaka başka bir şey için de kullanma prensibi’ gereğince, bir saç tokasının dona lastik geçirme işinde de kullanılabileceğini keşfettim.

    Bu keşif bana en az devrim mücadelesi kadar anlamlı gelmişti.
    O zamanlarda konfeksiyon don olarak sadece ‘Eros’ ve ‘Kom’ markalı donlar vardı ve lastik takılamadığı için yoksul bedenlerde rağbet görmezdi. Beyaz patiska veya sarı kaput bezinden, evde dikilmiş donlar daha makbuldü.

    Televizyonda ilk dansöz

    O gece tek kanallı televizyonda, Kenan Evren’in günün mana ve ehemmiyetine dair yapacağı konuşmayı müteakiben iki mühim şey olacaktı:
    Birincisi, Arif Sağ ve Muazzez Abacı düet yapacaklar, ‘Huma Kuşu’ uzunhavasına ‘Atım koştu ben yoruldum, düştüm boynuna sarıldım’ türküsünü bağlayacaklardı.

    İkincisi, Nesrin Topkapı, saniyede otuz üç devir yaptırdığı rivayet edilen kalçalarıyla televizyonda arz-ı endam eden ilk dansöz olacaktı.

    Komşu evdeki televizyonun sesinden Arif Sağ ve Muazzez Abacı’nın sesi gelirken kapı kırıldı. Onlarca polis içeri daldı. Beni alıp götürdüler.

    Devamı var...

    YanıtlaSil
  3. Polisler gözümü bağlamadan önce son gördüğüm şey, Cenap Şahabettin mısralarındaki tasvire sadakat yemini etmiş, lapa lapa yağan, kuşbaşı kar taneleriydi.
    “...ki semadan düşer düşer ağlar
    uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
    küçücük, ser-sefid baykuşlar gibi kar
    sizi dallarda, lanelerde arar...”

    Yüz beş gün süren sorgudan sonra Mamak zindanına götürüldüğümde, yeni lastik geçirilmiş beyaz patiska donum kızıl kan rengine dönmüştü.

    Aradan birçok yılbaşı geçti.
    Mamak zindanında, özel günler, özel zulümler demekti.
    Eller bayram eder, biz gam ederdik.
    Derken efendim, yıllar sonra salıverildik.

    Bünyemin araz tespit raporu şöyledir:
    Kar yağar herkes kaçışır, ben hasta olana kadar seyrederim.
    Bir de o günden sonra, her yılbaşı kendi tenhama çekilir ve saatler 12’ye tecavüz edeceği sularda ‘Huma Kuşu’nu hüznüme katık ederim.

    Bu dert beni iflah etmeyip öldürmeden önce, o günlere, yeni lastik geçirilmiş beyaz patiska don naifliğinde yaklaşan bir film çektik, Beynelmilel...
    Bir gün filmin setini Arif Sağ onurlandırdı. O gece sete paydos verdik ve Ulukışla yaylasına gittik. Bir hayli dem tuttuk, efkâr perdesinden ‘Huma Kuşu’ söyledik.
    Tesadüf bu ya, film 31 Aralık günü vizyona girdi.
    Yine bir yılbaşıydı ve yine kar ile Şahabettin mutabakatı devam etmekteydi.

    Ben, sevgilimden duyduğum “İyi bir şey yaptığında kendini ödüllendirmelisin” öğüdünü tutmak üzere bir semt pazarına gittim. Aradığım şeyi buldum ve hem kendime hem de sevgilime bir yılbaşı hediyesi olarak vermeyi istedim.

    ‘Lerzan ü girizan’

    O günün akşamı kendi filmimi, galadan sonra ikinci defa seyircilerle birlikte izledim, gizlice...
    Yüzümde çok koyu bir keder vardı. Filmden çıktım. Her yerde yılbaşı telaşı. Koşturan insanlar...
    Sevgilime gittim, beni kapıda karşıladı.
    Hediye paketini uzattım, içinde iki tane lastikli beyaz patiska don vardı.

    O şaşkın bir edayla, gülümseyerek sordu “Ne bu şimdi, orijinallik mi? Bari kırmızısından alsaydın!”
    Açık pencereden dışarı baktım. Kar ‘muttasıl’ yağıyordu.
    “... Soldan sağa, sağdan sola lerzan ü girizan, / Gâh uçmada tüyler gibi, gâh olmada rizan / Karlar, bütün elhanı mezamir-i sükûtun / Karlar, bütün ezhar-ı riyaz-ı melekûtun...”
    Sevgiliye dönüp, gönül huzuruyla cevapladım:
    “Kırmızıydı, yıkadım!”
    Kanınız donunuza aktıysa eğer, yeni yıllar size de yıkama fırsatı versin.

    Bir de artık kimsenin kanı damarlarından başka bir yere akmasın...
    Özellikle taş duvarlar arasında yeni yıla giren kardeşlerime özgür ve mutlu yıllar.

    Sırrı Süreyya ÖNDER // 02.01.2011 / Radikal

    YanıtlaSil
  4. Yılmaz Erdoğan beni nasıl kovdu!

    Yılmaz, sinema dünyasında bana ilk güvenenlerdendir. Ömründe düğün videosu bile çekmemiş olan bana Beynelmilel’de yapımcı olmuştur. Sıklıkla buluşur, sanat, siyaset ve hayat üzerine sabahları bulan sohbetler ederiz.

    Karşılıklı bir saygı ve sevgimiz vardır. Ben bunu hiç bozmadım ama Yılmaz bir kere bozdu. Evine gittiğimde Beşiktaş’ın önemli bir maçı vardı. Benim futbol ahvalimden pek bir farkı olmayan Muhsin de gelince biz başladık Yılmaz’a oyun hakkında sorular sormaya. Yılmaz önceleri büyük bir sabırla cevaplar veriyordu.

    Benim tüm oyun zaaflarına karşı tek argümanım Lucescu’nun kadrininbilinmeyişi ile sınırlıydı. “Yok ağa, Lucescu’yu göndermeyecektiniz” deyip manalı bir suskunluğa bürünüyordum. Yılmaz’ın edebinden vazgeçme anı şöyle oldu: Beşiktaş bir gol yedi. Yılmaz gölün ofsayt olduğuna hükmetti. Hakem, Yılmaz’ın bu kanaatini paylaşmayınca Yılmaz’ın tansiyonu yükseldi.
    Muhsin de topa girmek ve bin yıllık arkadaşını rahatlatmak için ofsaytın yetmeyeceğini bir de rakip takım delikanlı gibi davranmadığı için penaltı verilmesi gerektiğini söyledi. Ben ve Muhsin ne zaman “Ofsayt nedir, yanında penaltı da verilir mi?” tartışmasına girdik, işte o zaman Yılmaz’ın cezvesi taştı. “Kalkın gidin lan evimden!” dedi. Giderken Muhsin çok
    üzgündü ama ben bu muameleyi içine sindirecek adam değildim. “Yılmaz,
    Yılmaz! Lucescu’nun ahı indirir şahı!” diyerek son lafımı da etmiş oldum :)

    Sırrı Süreyya ÖNDER

    YanıtlaSil

Yorum yapmak ve siteye üye olmak isteyenler, Gmail hesabı ile siteye üye olabilir, Sitede yorum bölümünde, “yorumlama biçimi” yazan butondan “Google hesabı” yazanı seçerek yorumunuzu yazabilirsiniz.

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.